Ads 468x60px

6 Eylül 2011 Salı

Çocuklarda Oyuncak Seçimi

DIKŞIYN! ÖLDÜN SEN!

1932 yılında ünlü mucit Einstein, yine ünlü psikanalist S.Freud'a bir mektup yazarak: “Neden savaş? Buna bir alternatif bulunamaz mı?” diye sormuş. Freud ona uzun uzun nedenlerini yazmış. Tam da bundan bahsederken o tanıdık “Agresyon zaten insanın içinde vardır”ı anlatmış. Sonra da agresyonu engellemenin yollarını anlatmış. Bir, savaşı engellemek için insanların “Eros” u devreye sokması, birbirini sevmesinden bahsetmiş, iki, insanların kimlik geliştirmesi, bu kimlik sayesinde bağ kurması ve birlik sağlaması (community) gerektiğine değinmiş.
Bitirirken de şöyle demiş: “Medeniyetin gelişmesini sağlayan herşey, savaş karşıtıdır.”
Ben savaş karşıtıyım. Benim değerlerim, şiddet ve savaş içerikli ne varsa, onlardan uzak durmamı sağlıyor.
Dışarıda nasıl olsa agresyon var, hazırlayalım çocukları” da bir mantık yürütme biçimi. Forumlarda Amerikan anne babalarının “Nasıl olsa her evde silah var, bari kullanmayı öğrensin” demelerine rastgeliyorum. Sadece oyuncak değil, gerçek silahla da tanıştırıyorlar çocuklarını.
Nasıl olduğunu bilirsiniz. Önce güvenlik hissinizi elinizden alırlar, sonra size silah satarlar sonra da bunu norm olarak gösterirler.
Belki belli koşullarda, belli durumlarda savaş oyuncakları ve silahlar kullanılabilir. Bazen oyun terapisinde de kullanılıyor. Ancak gerçek silaha benzememesine özen gösteriliyor. Su tabancaları da olabiliyor.
Bazı uzmanlar “Nasıl olsa silah vermezseniz, elini tabanca yapacaktır” diyorlar. Bazıları ise “Elini tabanca yapsın ama mutlaka silahların ne işe yaradığı çocuğa anlatılmalı. Hem de niye eline insan öldürmeye yarayan bir alet verelim ki?” diyor. Bazıları vahşi hayvanlarla oynarken, arabaları birbirine çarpıştırırken de oyun içinde agresyonu deneyimler zaten diyor. Bazıları “Yapılan araştırmalarda şiddeti ölçmek için kullandığınız ölçek bence doğru değil, ben ona şiddet demem diyor.” Ben uzmanlara saygı duyuyorum. Yıllarca okuyoruz değil mi?
(Tabi ben bunları, evde sözlü veya fiziksel tacize, şiddete maruz kalan veya şahit olan çocukların, ruh sağlığı problemleri yaşayan anne babalarına hitaben yazmıyorum. Evdeki durum buysa, mesele oyuncak veya televizyon programı seçiminden çok daha büyük demektir. Öyle bir durum varsa, hemen bir uzmana).
Televizyonda da sürekli şiddet, vahşet, savaş... Bilgisayar oyunları da cabası...Bu konularda yapılan bir çok araştırma var. Klinik deneyimlerimden, çocukların şiddet içerikli oyunlar yerine, aileyle birlikte oyun oynama zamanı koyduklarında ne kadar sakinleştiklerini biliyorum. Çocuklar yaşlarına göre televizyonda gördüklerini anlama ve uygulama biçimleri geliştirirler. Hele ki okul öncesi çocuklar, taklit ederek öğrenmeye bayılır.
Silah endüstrisi üzerinden para kaldıranlar, çocukların bayıldığı bakuganlar, pokemonlar üzerinden de kazanmıyor mu acaba? Elinde bir silah, yanında “Barbie” gibi bir kız. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama Amerikan gençliğinin idolünün artık “50 Cent” olduğu yazıyordu. Nasıl da uyuyor bu idealler, eli silahlı, yanında Barbie kadınlı tanıma! Geçenlerde tanıdığım bir minik yemek yemeyi bıraktı. Hanna Montana dikkat ediyormuş efendim kilosuna, o da bikini giyecekmiş, göbeği çıkmamalıymış.
Peki barışı öğretsek çocuklara? Çok mu zor? Vücudumuzla barışsak mesela önce? Sorun çözme becerileri konusunda minicikken başlasak eğitime? İnsanları sevmeyi, onlara zarar vermemeyi yaşayarak öğrense... Kendini, doğayı, hayvanları tanısa, sevse... Freud'un önerdiği sevgi ve aidiyet hisleriyle agresyonunun üstesinden gelsek?
Zaten yeterince travmatize oluyor çocuklar. Onları korusak?
Daha güzel olmaz mı?
Barışla kalalım

Pınar

2 Eylül 2011 Cuma

Bağlanma - Attachment


Bir zamanlar üç fare varmış. İlk fareciğin evinde bir evde buluması gereken tüm eşyaların yanı sıra, duvarda bir düğme ve bir delik varmış. Acıktığında düğmeye basan fare, her seferinde yemek alabiliyormuş. Her acıktığında yemek geleceğini bilen fare, bu rahatlıkla ve güven hissiyle, yalnızca acıktığında düğmeye basmayı öğrenmiş. İkinci fare de benzer bir evde yaşıyormuş. Tek fark, dışarıdan yemek gelmesi için düğmeye kaç kez basması gerektiğinin belli olmamasıymış. Farecik, bazen birinci bazen onbirinci basışta yemek alabiliyormuş. Bu fare aç olmasa da sık sık düğmeye basmayı ve evinin bir köşesinde yiyecek biriktirmeyi öğrenmiş. Daha sonra düğmesi ilk seferde yiyecek vermeye başlasa bile, farecik yiyecek biriktirme davranışına devam etmiş. Üçüncü fare de benzer bir evde yaşıyormuş, ancak fareciğin düğmesi hiç çalışmıyormuş. Bir süre sonra farecik düğmeye güvenemeyeceğini düşünüp, yemek bulmak için başka yollar denemeye karar vermiş. Yemek tuşu çok iyi çalışan bir eve geçse de farecik hiçbir zaman tuşa basmamış.

DOKUN BANA! BİR DE... ARA VER ! ASLINDA...ÇOK DA UZATMA!


Berbat bir iş günü... Karmakarışık belgeler, bir türlü uygulanamayan kurallar, hiçbir zaman yeterli gelmeyen çalışma saatleri ah bir de şu “deadline”lar!
Çalışan bir anneyseniz, yeterince iyi bulmadığınız -annenin yerini kim alabilir!- bakıcıya komutlar yağdırırken bir yandan da çocuğunuza iyi davranması için onu hoş tutmaya çalıştığınız, çalışma arkadaşlarınız ve patronunuzun sırf kadın olduğunuz için size çıkardığı sıkıntıları görmezden gelip dudağınızı ısırarak, dişlerinizi sıkarak öfkenizi kontrol etmeye çalışırkan bir yandan da “hanımefendi(!)”liğinizden taviz vermemeye çalıştığınız bir iş günü. Anne değilseniz çalışan bir kadınsanız da benzer bir durum. Bir dakika aslında, hiçbir şey yapmıyorsanız da yalnızca kadın olarak varlığını sürdürmenin zorluğunu kabul edelim.
Ya da çalışan babalar... Ödenecek faturalarınızın boyunduruğunda, hem iyi, hassas bir baba ve eş olmaya çalışırken hem de kırılsanız da ezilseniz de “erkek adam(!)”lığından taviz vermemeye çalışan günümüzün modern babaları... Baba değilseniz de ben erkeklerin “erkek adamlık” hali yüzünden paylaşılamayan sıkıntıları, sarılamayan yaraları için dertlenirim.
Gün sonunda giysilerinizin üstünüze yapıştığını, sabah çocuğunuz “Gitmeee” diye ağlarken bir tokayla aceleyle tutturuverdiğiniz saçlarınızın size ihanet ederek dağıldığını ve tüm bu gerginliğin size boyun ve vücut ağrılarıyla birlikte yıpranmış sinirler , berbat bir yüz ifadesi bıraktığını fark ettiğinizde, ne yapıyorsunuz? Akşam yıpranmış sinirlerin tabağa yansıdığı yemekler, sonu gelmeyen sinir bozucu tartışmalar ya da soğuk savaşlar, kanepede uyuklamalar ve iyice yorulan sağlıksız bir bedenle hayata devam etmeye devam mı? Yoksa bir şeyler değişmeli mi? Mutlaka iş sisteminde, bakıcı sisteminde, patronla, kayınvalideyle iletişimde değişmesi gerekenler var. Ama acil bir çözüm önermek istiyorum size. Yani sakinleştirici, uyku getirici bir ilaç...değil...
Şimdi gözlerinizi kapatın ve ılık, yumuşak, sevgi dolu ellerin omuzlarınıza masaj yaptığını hayal edin. Siz sıkıntınızı paylaşmayı pek sevmez veya beceremez misiniz? Ya da ah öyle zor ki; anlatmaya haliniz bile yok. Sizin gözlerinize bakıp sorgusuz sizi kabul eden, sıkı sıkı sarılıp öylece duran birini düşünün. Tüm kırgınlıkların, yorgunlukların, sıkıntıların eriyip gittiğini hayal edin.Gidecek de göreceksiniz.
Bakın bu uydurma bir teknik değil. Aslında hepimizin derinde bir yerlerde bildiği ve unuttuğu bir davranış. Dokunmak! Bu sizin yanınızdaki en değerli sakinleştiricinin aslında güvendiğiniz sevdiğiniz insanlar olduğunu söyleyen bilimsel bir yaklaşım!
Psikologların dokunmanın ruh sağlığı üzerindeki etkisini araştırmaya başlamaları uzun yıllara dayanır. Önce annesiz ve dokunulmadan büyüyen çocukların her ihtiyaçları karşılansa da çeşitli hastalıklar geliştirdiğini ve bu durumun kimi zaman ölümle sonuçlandığını ortaya çıkaran video çalışmaları yapıldı. Ayrıca dokunmanın sinir sistemi üzerindeki etkileri üzerinde de çalışmalar yapılıyor. Ben klinik deneyimlerimden sarılmadan ve dokunmadan büyüyen çocukların ve yetişkinlerin ne kadar zorlandıklarını biliyorum.
Yakın zamanda ruh sağlığı profesyonellerine yönelik düzenlenen workshoplarına katıldığım Amerikalı psikolog Prof. Dr. Diane Poole Heller da sık sık çiftlerin birbirlerine masaj yapmaları ve dokunmalarının ne kadar önemli olduğunu dile getirdi. Heller travmaların vücutta hapsolduğuna ve bunların yüz ifademizin bile katı, donuk olmasına yol açtığını anlattı. Çalışmaların sonunda çiftleri kast ederek -ama bu sevdiğimiz herkes için bence geçerli- “Birbirinizin sinir sistemi üzerinde çalışmaya ve birbirinizi rahatlatmaya devam edin!” dedi.
Heller diyor ki:“Sıkıntı yaratan konu hakkında uzun uzun konuşmayın, biri sizden özür diliyorsa bu ne şekilde olursa kabul edin ve konuyu çözemiyorsanız ara verip sinir sisteminizin kendini toparlamasını bekleyin. “ Tüm bunların biyolojik açıklamaları olması ilgi çekici olan. Heller, sinir sisteminizin kendini sakinleştirebildiğini, güçlendirdiğini ve toparlayabildiğini ve en şahanesi bunu birbirimizin sinir sistemleri üzerinde de yapabildiğimizi anlattı.
O zaman şimdi dokunma, konuşma, özür dileme ve çok da uzatmama zamanı!

Düpedüz Delilik Halleri


Paranoya. Vikipedia tanımında “düpedüz delilik hali”. Televizyonda ne nasıl gösteriliyorsa kabulumuzdür. Paranoid olmayalım. Gazetelerde çok büyük para alışverişleri ve karmaşık ilişkilerin ürünü yazarımsıların yazdıkları sana samimi gelmiyorsa, bir gariplik var sende, git bir kendine “baktır”. Yediğin yemekten “Tavuk bile fabrikasyon, elma mı yiyorum sünger mi belli değil, bu yağ kaç kere kullanılmıştır acaba, bu şarabı da iki yuroya alıyorlar, elli yuroya satıyorlar” diye zevk alamıyorsan,dikkat et, paranoidlik baş gösteriyordur. Televizyonlardaki abuk subuk laflara, birbirini yağlama tuzlamalara, kötü dizilere, tv programlarına “Ya bu kadar da saçmalık olmaz galiba bunlar halkı uyutma çabası... Zira ben zerre kadar bunlardan zevk almıyorum.” dersen maazallah paranoya kapını çalıverir. “Benim işim bu. İnsanlar bunu istiyor. Televizyon zaten böyle bir şey” diyen insanı dürüstlük abidesi olarak algılıyanın ruh sağlığından şüpheleniyorsan peki? Pa-ra-no-ya?
Yediğin yemek yemek değil, içtiğin su zehirli, televizyondaki ünlü bir PR mucizesi, her işletme eğitimi almış ex finans sektörü çalışanı Amerika'daki bin dolarlık eğitimlere katılıp şile bezi kıyafetlerle bize “gerçek” lik satar, dudağı en kalın, poposu en yuvarlak en çok para kazanırken, teknesi en büyük saati en marka adam anneciğinin ona öğrettiği -aslında iki yüzlü- değerleri bir bir çiğneyip yuvarlak popolu hatunu bir saat, büyük dudaklıyı yarım saat “götürme” derdindeyken, arkadaşlar feysbuk üzerinden birbirini takip eder, bir insan kelamına, sarılmasına, iki nokta ve parantezdense gerçek hüzün ve mutluluk gözyaşına hasretken, insan ilişkilerinin içlerinin boşalmış olduğuna, çok az insanın birbirini sevdiğine ve özellikle kadınların birbirinin kuyusunu kazmadığına dair inancım kalmamışsa... Tüm bu olup biten normalse, ben paranoidim. Düpedüz deliyim yani ben. Hala samimi ve sevgi dolu olmaya, insanları gerçekten sevmeye ve onlara inanmaya çalışan bir deli. Hiç de memnun değilim halimden. Ama içim temiz, yüreğim dolu. Boş ve mutsuz değilim. Düpedüz deliyim işte. Farklı olan, baş kaldıran, bu feyk dünyada gerçek kalmaya çalışan bir deliyim. Bir de evlendim.Yanıma da bir deli aldım. Deli çocuklar yapacağım! Başkasının mutluluğuyla mutlu olan çocuklar. Ama öyle feysbuk üzerinden “canım cicim aşkım tebirks “ diyen kelalaka, büyük küpeli göz altı kapatıcılı cinslerden değil. Bunlar arkadaşlarını buldukları yerde cort diye öpecekler. “İşe mi girdin canım benim!” diye sıkı sıkı sarılacaklar. Biz onları öyle bir yetiştireceğiz ki ; akıllarından “O niye yaptı ben yapamadım” geçmeyecek. Geçse de bunun insani bir duygu olduğunu kabul edip, daha çok asılacaklar kendilerini keşif yolculuğundaki tercihlerine. Güldüler mi gürül gürül çağlayan çocuklar olacaklar. Ipadden kafasını kaldırmadan “Evet” “Hayır” “Yemem” diyen çocuklar değil. Yemeğin de lezzetlisini sağlıklısını kaçırmayacaklar. Şöyle iştahla yumulacaklar memleketi belli olan tazecik sebzeye, meyveye... Elmanın iyisini bilecek seçecek tıpkı insanın iyisini bildiği gibi.
Benim çocuğum sorun çıktığında konuşacak. Susup küsmeyecek. “Sen neden öyle yaptın ki? Ben öyle demek istememiştim. Bak şimdi çok üzüldüm. Gel bunu çözelim” diyecek. “Arkadaşa, dosta küsülmez. Nedensiz pat diye ilişkiler kesilmez. Arayan insanı sen de ara, değer verip sana bir derdini anlatıyorsa sen de dinle, sakın dalga geçme, sonra o hali nice oldu bir sor “ diye büyüteceğiz biz onu. Sonra da özgür biri oluşunu seyredeceğiz. Özgür yani kafasındaki abuk subuk sahteliklerden azad edilmiş. Aklı, fikri, ruhu berrak, ferah...
Ben deliyim, paranoidim. Duygularımı yoğun yaşar gösteririm, nasıl der Amerikan kültürüne zincirlenmiş psikoloji bilimi : histeriğim, narsistim. Bir de aynısından aldım yanıma. Birçok olacağız biz. Söz verdik kendimize. Ne işimizde, ne ilişkilerimizde “ticari” olmayacağız. Olamayız ki...Ben “ticari” ye karşı çıkacağım. İçinde boğulsam, altında ezilsem de karşı çıkacağım. Ben “samimi” yaşayacağım çünkü ancak o zaman yaşadığımı anlıyorum.